Perşembe, Kasım 22, 2012

Görünmez yazılarla dolu...


Boş bir sayfa. 
Yazıp yazmamak arasında kararsız ben. 
İnsanı yazdıkları mı esir alıyor, yazmadıkları mı bilmem. 

Pazar, Kasım 18, 2012

Sıra sonbaharda

Bugün güzel bir pazardı. Terasta upuzun kahvaltıya izin veren ılık bir hava vardı. Akşam üzeri  kasımpatı bakmak için seraya gideyim istedim. Ama öncesinde 6 Numara'da küçük bir gezinti yapmalıydım.

Şezlonglar toplanalı epey olmuştu. Kızı ve köpeğiyle yürüyüşe çıkmış genç bir baba, denizin rıhtıma yığdığı yosunları eşeleyen bir-iki karga, balık peşinde üç-beş martı, sandalını zımparalayan birkaç tanıdık ve kulübün duvarına yaslanıp demlenen üç-dört balıkçı amcadan başka koca sahilde kimse yoktu. Deniz, karşıda Heybeli ve biz.

Şezlongların üst üste yığıldığı duvar boyunca sarmaşıklar kıpkızıl bir şelale olmuş akıyordu. Işık mükemmel, renkler müthişti. Ben, yaz insanı ben, sonbaharı sevdim birden.

Cumartesi, Kasım 17, 2012

Karasuları

Adada yaşamak demek, bazen tehlikeli sularda yüzmek demek. Şikayetçi miyim? Hayır. Korkuyor muyum? Bazen evet.

Cumartesi, Kasım 03, 2012

Ev

Biz vapura binince, eve geldik sayarız kendimizi. İskeleye koşmamız ondandır.

Pazar, Ekim 14, 2012

Heybeliada'da yerli bir turist


Cumartesi sabahı. Güneş. Ekim'i yarıladık. Erkenciyim. Çünkü komşu adada bir programım var. Arka Güverte düzenliyor.

Evde saat yok. İstemedim. Her sabah iskeleye koşma telâşım biraz da ondan. Telefonumun saatini 2-3 dk. ileri aldığımdan bu yana gemiden, motordan erken varıyorum. Şükür. Ama yine de telâş telâş...

Yolda fotoğraf makinemi almadığımı fark ettim. İskeledeyim, henüz motor görünürde yok. Görevli 3-4 dk. zaman var diyor. "Bi' koşu eve gidip geleceğim, beni bekleyin."

8:40. Heybeliada'ya doğru açılıyoruz. Penceremden göründüğü gibi; orman orman...

9:00 olmadan Heybeliada'dayım. Turistim. İskele tenha. Daha yarım saatim var. Bir şeyler atıştırabilirim. Manavın önünden geçerken Pamuk Prensesi kandıran elmalardan alıyorum bir tane. Amca, yıkayıp öyle veriyor. Ne düşünceli.

Heybeliada'ya ikinci gelişim. Buluşma yeri Luz Kafe. Dün vapurda Heybeliadalı ahbapların tarif ettiği gibi motor iskelesine sırtımı verdim, yukarı çıkmaya başladım. Solda Aya Nikola'yı göreceksin demişlerdi. Gördüm. Sağdan devam et, gazete satılan bakkalı geç demişlerdi. Geçtim. Eskicinin hemen yanında, kolayca bulacaksın demişlerdi. Buldum. Ve fakat kapı, duvar. Geziye katılacağını tahmin ettiğim bir-iki kişi gördüm etrafa bakına bakına yürüyen. Gerektiğinden önce ve fazla sosyalleşmeye niyetim yok. (Sanırım gittikçe yabanileşiyorum. Ama bu normal bir davranışmış adalılar için, Marmara Adalı bir arkadaşım öyle demişti.) Geri döndüm. 3 dakikada sahildeyim. Yukarı çıkarken sol köşede gözüme kestirdiğim pastaneye girdim. Meltem Pastanesi. Birazdan iskeledeki çay bahçesinde (Adaturka) karşılaşacağım kediyle bölüşeceğim iki peynirli kuruvasan aldım, minik bir patatesliyi de ikram ettiler. Vitrinde baştan çıkarıcı görünen meyveli turtalar vardı. Dönüş için aklımın bir köşesine yazdım. Hemen pastanenin karşısındaki bayiden gazete aldım. 20 dakikam ve şahane bir manzaram var. Önce cam bardakta çayım geldi, sonra kedi. 3 lokmadan sonra doydu ve gitti. Tok gözlülüklerine bayılıyorum bunların.

Yarım saat içinde üçüncü kez çarşıdan geçiyorum. İlkinde dükkan açan, ikincisinde kapı önünü sulayan esnaf, şimdi taburelere dizilmiş çay içiyor. Luz Kafe'nin önü bu kez kalabalık. Günaydınlaşıyoruz. Oyalanmak için eskicinin önündeki eşyayı incelemeye koyuluyorum. Aslan ayaklı masa oluyor ilk gördüğüm. Bir masa olmak için en temel bileşeni eksik aslında, üstü yok! Ama yine de güzel bir parça.

Çok dakikiz. Rehberimiz Orhan Türker geldi ve 9:30'da yola çıktık. Hemen Luz Kafe'nin ilerisinde sol tarafta, köşesinde griler grisi bir ahşap evin bulunduğu sokağı tırmanmaya başladık. 30 küsur kişiyiz. Ve sanırım çantasında mayo taşıyan bir tek benim. Herkes son derece pantolonlu. Bir tek bizim adada mı güneş vardı?!

Yokuş bitince sola döndük.


Grup geçerken, aşağıdaki fotoğrafı çekmek için durmam gerekti. Yokuşun başında, çıkmak için güç toplayan bir teyzeyle, kalabalık hakkında konuştuk. En rahatsız edici kalabalığın Büyükada'da olduğu konusunda hemfikir kaldık. Halimize şükrettik. Ardından birbirimize iyi günler diledik.

9:50. Hüseyin Rahmi Gürpınar Lisesi'nin önündeyiz. Tam o sırada telefon geldi ve okulun neden hasarlı ve kapalı olduğunu dinleyemedim. Döndüğümde konu sokak hayvanlarına dönmüştü. Bize eşlik eden biri küçük siyah, diğeri kahverengi, üçüncüsü beyaz ve sonuncusu, adının Matador olduğunu öğrendiğim kırçıllı güzel köpek de konuşmaları usulca dinliyordu.


10 dakikalık moladan sonra sağımızda orman, solumuzda askeri alanın dikenli tel ve uyarılarıyla ilerlemeye devam ettik. Aya Yorgi (Saint George) Manastırı'na vardık. Askeri bölge olduğu için izinle ziyaret ediliyor ve fotoğraf çekmek yasak. Beyaz demir kapının ardında, duvara bitişik merdivenden tek sıra halinde aşağıya indik. Bana Gökçeada'yı anımsattı buradaki terk edilmişlik. Biraz sonra göreceğim çan kulesi de Bozcaada'yı hatırlatacaktı. Ada, ada...

Acıklı bir öyküsü var heykelin. Aklım neredeydi bilmiyorum (ya da uzakta olduğum için duyamadım, o da olabilir) öykünün başını kaçırmışım. Harabe halindeki duvarın içinde, İtalyan mermerinden, rehberimizin ifadesiyle 150 yaz, 150 kışa dayanmış, hâlâ çok güzel bir heykel. Zamanında içi renkli fresklerle bezeli (bir parça kalıntısını görebildik), camları vitray, etrafı çiçeklerle sarılı bir yermiş burası. 

 Sıra manastırın içine geldi... Topluca, camilerin son cemaet yeri muadili alana geldik. Rehberimizin ifadesiyle insanlara "birazdan ibadethaneye gireceksin, ruhen ve fiziken toparlan" hissini veren yer... Burada bir çeşme var. Akmayan. Belli ki bir zamanlar ayazma varmış. Hatta ucu taa Uludağ'a bağlı bir kaynak olduğu efsaneleri mevcut. 40'lı yıllarda tüm adaya pompalamaya çalışmışlar ve kaynağı "küstürmüşler". Hemen aşağıda Deniz Harp Okulu'nda kalmış kaynak, yılda birkaç kez yukarıya su veriliyormuş. Sembolik.

Kilise, küçük. Oturma yerleri duvar boyunca dizili ve sayıca sınırlı. Katolik kiliselerinden farklı bu bakımdan (ben de yeni öğrendim). Hatta eskiden haremlik, selamlıkmış. Yukarıdaki loca kadınlar içinmiş. Sonra karma olmuş. Burası diğer Rum Ortodoks kiliseleri gibi Fener'e değil, Kudüs'e bağlıymış. Ve İsrail'le birtakım anlaşmazlıklar döneminde bu nedenle uzun zaman papaz ataması yapılamamış. Bu kez diğer taraftaki bahçeye çıktık. Hâlâ Osmanlıca rakamların kullanıldığı kapı numarası tabelaları var. Zaman, durmuş. Deniz sonsuz, sonsuz... 

Şimdi sırada Terk-i Dünya Manastırı var. Rehberimiz son uyarıyı yapıyor; "gidilecek (ve de geri dönülecek) epey yol var, yürüme sıkıntısı olanlarla burada vedalaşabiliriz." Ayrılanlar ve yeni katılanlar oluyor. 

Yola koyuluyoruz. Mezarlık yoluna sapıyoruz. Mezarlık yolu ve Müslüman kısmının tarihi kapısı Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa tarafından yaptırılmış. Müslüman ve Rum cemaati bitişik mezarlıklarda yatıyor. Mezarlık, sanatoryuma gelip, taburcu olamayanlar nedeniyle adanın nüfusuna göre epey kalabalık. Dünya ölümlü, ölümlü...

 Terk-i Dünya'ya giden yol şa-ha-ne! (Kendimi başka bir adayı severken yakalıyorum.) Ormanın içinde, gerçekten çam kokusunu duyumsayarak yürüyoruz. Adaya adını veren "halki",  Rumca bakır demek. Yolda, tepeden denize kadar inen bakır damarının açıkta kalmış bir kısmını görüyoruz. Arada kısacık manzara molalarımız var. Ve acıklı yangın yeri... Kiliseye varıyoruz. Diğer ismi Aya Spridon. İnzivaya çekilmiş bir keşişten geliyor. Adanın güneyi burası. İklimi daha bi' Ege. İskele tarafıyla sıcaklık 1-2 derece fark ediyormuş. Açık havalarda Çınarcık görülüyormuş. Yaz aylarında Perşembeleri ayin oluyormuş. Biz de birtakım dilekler diledik, mumlar yaktık oraya kadar gitmişken. Aziz Spridon hürmetine. Umut umut... 

Biz oradan ayrılırken saat 13.00'e geliyor. Adalar arası ulaşım çok kısıtlı, gündüz motor yok. Dönüş için 12:55 vapuruna yetişemiyorum. Sonraki 15:15'te. Hiç dert değil. İsmini duyduğum, hep aklımda olan Mavi Restoran'a gitmek için harika bir fırsat. Deniz otobüsü iskelesinin önünde Mavi. Manzara kötü ama menü güzel görünüyor. Çadırımsı bir çardağın altında ve dışarıda iskeleye daha yakın kısımda masalar var. Güneş dışarıda oturmaya elverişli. Elimi yıkamak için içeri girdiğimde, garson zeytinyağlılara ve mezelere bakmamı öneriyor. Mutfaktaki hanımla selamlaşıyoruz, Burgazada'dan geldiğimi öğrenince "Burgazadalılar tutucu olur, adalarından ayrılmazlar" diyor. Haklı. Dedim ya, Heybeliada'ya ikinci gidişim. Çok acıkmadığımdan bana hafif bir meze tabağı hazırlıyor. Garson ara sıcaklarla aklımı çeliyor ve bir de kalamar ızgara söylüyorum. Güneş, deniz, leziz bir öğlen için şükrediyorum.

Pazar, Ekim 07, 2012

Onun bildiği

Telepati gücümü sınadım bugün. Hasbelkader arasaydı, onu düşündüğümü söyleyecektim.
Ama aramadı. Söylemedim. Düşünmedim bildi.

Cumartesi, Ekim 06, 2012

Su...

Dün sabah, her zamankinden farklı bir kuş sesiyle uyandım. Bu kez epey kalabalıktılar ve yüksek sesle şakıyorlardı.

Sitede çatı yalıtımı yapılıyor şu aralar. Özel bir malzemeyle kaplanan yüzeyler, iş tamamlandıkça, kontrol amaçlı suyla dolduruluyor. Çatıların kenarları da 20 cm kadar yükseklikte olunca, hepsi birer havuz haline gelmiş.

Yakınımızda, K.Çekmece Belediyesi ve Karayolları'nın kese kese bitiremediği (çok şükür bitiremediği) küçük bir koru var, oradan da takviyeyle çeşit çeşit kuş havuz keyfi yapıyordu. Kanat çırpmalar, suya girip çıkmalar, sortiler, su sıçratmalar...

"Kuşların Havuz Keyfi" belgeselini bırakıp işe giderken yöneticiyi gördüm ve bu güzellikten bahsettim. Bahçeye kuşlar için bir havuz yapsak mı dedim. Olabilir dedi ama samimiyetinden emin değilim.

Şu kadarcık su bile kuşlar için bambaşka bir ortam yarattı. Her geçen gün yanlış sulama, çevre kirliliği, hatalı yapılaşma gibi nedenlerle biraz daha azalan doğal sulak alanlar ve kuşlar için üzülmemek mümkün değil. Hatta bazı kuş türleri sadece belli bölgelerde yaşıyor ve nesilleri tehlikede. Sulak alanların çoğu göç yolları üzerinde ve bu kuşcağızların yaşam alanları her yıl biraz daha daralıyor.

Halkalı'da tarihi Ziraat Okulu vardı, nefis bir taş binaydı, hükümete yakın olduğu söylenen bir vakıf üniversitesine verildi. (Daha önce burada meslek lisesi düzeyinde uygulamalı tarım, hayvancılık eğitimi veriliyordu. Mandıra ve fidanlık vardı. Semt sakinleri sabah erkenden gidip sıraya girerek, taze, doğal süt satın alabiliyordu. Yıllarca annem bu sütle bize yoğurt mayaladı. Sonra birileri oraya göz dikti. Oysa başta ABD olmak üzere, dünyada tarım-hayvancılığa ilgi artıyor, gençler çalışacak çiftlik arıyor, bizde ise bu işler devlet eliyle bitiriliyor.) Ziraat Okulu'nun bahçesinde her yıl leyleklerin yuva yaptığı upuzun bir baca vardı. Okulun yeni sahipleri, ne zararı varsa, bu bacayı yıktırmış. Düşünsenize o güzel leylek, bu yıl geldiğinde, "koordinatlar doğru, evim nerede" diye aranıp durmuştur.

Bugün Dünya Kuş Gözlem Günü, Doğa Derneği'nin sayfasından öğrendim. Atlas'ın sitesinde konuyla ilgili pek çok yazı okuyabilirsiniz. Benim yazım da böyle güzel bir güne tesadüf etti. Kuşlara ve kuşları sevenlere selam olsun.
Birlikte kahvaltı yaptığımız kargalardan biri.




Pazartesi, Eylül 10, 2012

Sırala-ma

Öncelikler sıralaması ve seçim yapmakta zaman zaman zorlanıyorum. Önce bu kitabı mı okuyayım yoksa şunu mu? Balkonda keyif yaptıktan sonra yürüyüşe mi çıkayım yoksa denize girip güneşleneyim mi? Blog'a kısa kısa mı yazayım, deftere uzun uzun mu?

Çarşamba, Ağustos 01, 2012

Yolda, pardon denizde gelirken...

Yaz tarifesinde 18:30'a -Kadıköy'e uğramasına rağmen- alçak Şehir Hatları en küçük gemileri koyuyor, hatta bu sıcakta burnu kapalı olanlara bile rastladım. Her zamanki yerim arka güvertede gölgede yer kalmıyor. Açık havanın büyüsüne kapılanlar önce güneş vuruyor demeden bulduklara yere oturuyor. Daha Kadıköy'e gelmeden güneş alan kısımlar birer birer boşalıyor. Yer kalmadığında, arka güverteden, yazları sigara içenlerin buluştuğu alt kata inen merdivenlerde, ilk basamağa oturuyorum, daha doğrusu oturuyordum. Sonra yan balkonu keşfettim. (Bu arada geminin bölümlerini doğru tanımlayamıyor olabilirim, bi' türlü sağlam bir kaynak bulamadım öğrenmek için.) Geminin sol tarafında, gölgede; rüzgar, dalga sesleri ve serpintilerle şahane bir yolculuk. İlk gün böyle düşünüyordum.

İkinci gün, geminin sola bakan kısımında manzaranın felaket olduğunu fark ettim. Anadolu Yakası denizden bakıldığında tam bir beton yığını. (Başka bir teoriye göre, Avrupa Yakası beton yığınlığında daha ileri ama düz olduğu ve denizden manzarasını görmediğimiz için öyle düşünmüyoruz;-) Tahta sıralar pek rahatsız olduğu için insan keyifle yayılamıyor, üç-beş dakikada bir kıpırdanmak, pozisyonunu değiştirmek istiyor. İşte tam bu sırada balkonun parmaklıklarını betonlara siper edebildiğimi keşfettim! Ve yolculuğun kalan kısmını deniz ve gökyüzü arasına demir bir çizgi çekerek devam ettim.

Bu akşam ise (anladığınız gibi ilk günkü heyecanım kalmadı balkonda) çok, çok kalabalıktı gemi. Oturduğumuz yer öyle sıkışıktı ki kitap, gazete okurken dirseklerimiz çarpışmasın diye tuhaf pozisyonlara girdik hep birlikte. Ve bu kalabalık, en kısası Kınalı'ya kadar süren sohbetlere maruz kalmama yol açtı. (Bu arada ben biraz yabanîleştim galiba.) Oysa tek istediğim, denize bu kadar yakınken, hele motor iskeleye yanaşmak için sustuğunda, geminin gövdesine çarpan dalgaların sesini dinlemekti. Ama olmadı. Sağ tarafımda Yozgat'lı ama orada hiç yaşamamış, yıllarca Kapalıçarşı'da gümüş ev eşyası yapıp geçinmiş, işlerin iyi gitmemesinden dolayı 4 yıl önce dükkanı kapatmış, emeklilik bunalımlarına girip, Çemberlitaş'ta oğlunun kuyumcusuna gidip gelmeye başlayınca kendine gelmiş bir amcayla, 7 yıldır adada yaşayan, evi yukarıda olduğu için bakkal çıraklarına bahşiş vermekten yakınan bir teyze konuşuyordu. Sol tarafta ise önce çantasını kaldırmak istemeyen ama sıkıştığımızı görünce kendi soluna alan bir amca ile 18:15 deniz otobüsünü kaçırdığı için (belki de ilk kez) vapura binen, amcanın sol yanındaki çantayı kaldırdıp bizi daha da sıkıştırarak kendine yer açan, her halinden yazlıkçı olduğu belli bir abla (burada yazar yazlıkçılardan hoşlanmadığının işaretini de veriyor), nispeten daha az laflıyordu. Bense bir yandan acaba o daracık yerden kalkıp kaçsam mı diye düşünürken, diğer yandan Gündüz Vassaf'ın Cennetin Dibi kitabını okumaya çalışıyordum. Baktım olmadı, kendimi rüzgara verdim ve bu yaz bitmeden bir gece teknede uyuma hayalimi hatırladım. Hımmm.

Salı, Temmuz 24, 2012

Kayıt

Kayıtlara geçsin diye yazıyorum, kayıtsız kalmaya çalışmak hiç kolay değilmiş.

Perşembe, Temmuz 12, 2012

Mücadele

Yazıpsildimyazıpsildimyazıpsildim. En fazla bunu yazabildim.

Salı, Haziran 12, 2012

Yazmadıklarım

Yazmadıklarım hakkında yazmak, kulağa tuhaf geliyor. Zaman zaman yazmadıklarımın beni değiştirdiğini, dönüştürdüğünü, büyüttüğünü hissediyorum. Hem biraz daha kendim oluyorum hem biraz daha "ben"den uzaklaşıyorum.

Bazen daha ilginç bir şey oluyor. Yazıyorum. Deftere veya blog'a. Sonra kendime saklıyorum veya yayından kaldırıyorum. Ama "geçici" yazmış olmak bile yetiyor bana.*

Yazmak böyle tuhaf işte...

*Vakti zamanında aldığım bir kitabı anımsadım şimdi. Kadınlar Neden Yazdıkları Her Mektubu Göndermezler? Kalktım, kitaplıkta buldum. 8 Ekim '97 olarak tarih atmışım, bir de "belki artık gönderirim" diye not düşmüşüm kapak içine... Konusunu hatırlamıyorum, başlığı hâlâ ilginç.

Cumartesi, Mayıs 19, 2012

19 Mayıs, önemli gün.



19 Mayıs'ları iki kere severim. Birkaç yıl önce bir 19 Mayıs'ta yeni bir yol çizmiştim kendime, içinde okul olan, okumak, yazmak olan... O gün kağıt üzerindeydi, sonra gerçek oldu.

Geçen yıl bugün, yine güzel bir 19 Mayıs'ta taşındım Burgazada'ya. Vapurla gidip geldiğim bir hayaldi önceden. Bu sabah yürüyüşte vaktiyle Sait Faik'e gölge yapmış bir çamla tanıştım. Bence kesin oydu, geçenlerde okuduğum hikayeden tanıdım.

Bugün yine önemli bir çalışma yapacağım kendimce.  Onu da yazarım vakti gelince.

Uğurlu gün, 19 Mayıs iki kere kutlu olsun.

Cuma, Nisan 20, 2012

Aniden

İnsan karşısına aniden çıkıveren şiirlere hazırlıklı olamıyor.

 

adsız

minik kara gözlerinle bakıyorsun bana işte,
sıcacık dokunan o iki gözle.

yarıda kalan kelimem dökülüyor yere,
belli ki artık sensin her kelimem.

Onur Güngör

Cuma, Nisan 13, 2012

Başlıksız


İki ada arasında, hayalle gerçek arasında.

Pazartesi, Nisan 02, 2012

Sözcüklerin esiri olmak


Sözcükleri kullanmak kolay değildi, şimdi iyice güçleşti. Gündüz Vassaf'ın Cehenneme Övgü kitabını, yıllar sonra tekrar elime aldım. İlk yazı Geceye Övgü, etkilemekten öte, sarstı beni. Ama şimdi bahsetmek istediğim konu başka, Sözcük Mahpusları bölümü...

Sözcükler gerçekte ("gerçekte" yazarken, bu ifadenin ne kadar "gerçek" olduğu hemen şüpheli hale geliyor, ilginç) ifade etmek istediklerimizi ne kadar karşılıyor? Bunu en iyi şairler yapıyor muhtemelen. Bir dizede, bazen bi' dünya imgelem... Biz, geriye kalan ölümlüler ise Gündüz Vassaf'ın deyişiyle "konuşarak, geçici bir ölümsüzlük peşinde boşu boşuna koşuyoruz."

S.35
"Sözcükler, nesnelerin ve duyguların dünyasına bir düzen, bir standardizasyon getirir. Bu, ne maddi ne de manevi dünyada bulunan bir standardizasyondur. Sözcükler, karşılıklı, birbirine bağlı bir yaşamı desteklemek amacıyla iletişimi kolaylaştırmak için yarattığımız yapay kurgulardır. Sözcükler, ihtiyaç gereği her şeyi alelade, basit imgelere, kavramlara ve kalıplara indirger. Doğayı ve toplumu sahiplenme, düzenleme ve denetleme yolundaki kendi kendimize belirlediğimiz kader-hedefe doğru ancak böylelikle ilerleyebiliriz."

...

"Birbirimizi anlamayacağımız korkusuyla, sözcükleri gereğinden çok kullanıyoruz. Konuşamamanın, iletişim kurmayı reddetme anlamına çekilmesinden, kabalık olarak görülmesinden korkuyoruz. Ayrıca, çok fazla konuşuyoruz. Sessizlik bizi ürkütüyor. Sessizliği denetleyemiyoruz. Oysa sessizlikte, sezinlediğimiz ama tanımadığımız dürtülerin, özgürlüğün ve gelişigüzelliğin son noktası saklıdır."


S.39
"Suskunluk, duyuların yoğunlaşmasına yol açar - insanlar arasında sessizlik, iletişimin çoğalmasını sağlar. Çünkü sessizliğin içinde, ikimizden ya da üçümüzden daha büyük olan bir şeyi paylaşırız. Sessizlik, duyularla algılananların tümünün doruk noktasıdır."

...

"Konuşulan söz totaliterdir. Buyurur. Sahiplenir. Öteki sözleri dışarıda bırakır. Ağzımızdan çıktığı anda, hiyerarşik bir ilişki yaratır: Bir konuşan, bir de dinleyen vardır."

S.40
"İnsanı şaşırtan, hayrete düşüren, tedirgin eden şey sessizliktir. Düzenlenmemiş olan şey, sessizliktir. Tehlikeli ve bilinmeyen olasılıklar vaat eden şey, yine sessizliktir. Hayal gücümüzü zenginleştiren, yine sessizliktir."

S.41
"Ozanlar, sessizliğin seslerine kulak verirler."

Pazar, Mart 25, 2012

Tehlikeli karışım

Rakıyı suyla içmek normal, müzikle karıştırmak tehlikelidir.

Adada yaşamayı düşünen ve fikrimi soran arkadaşıma mektup


Çiğdemciğim selam,

Ben hayatımdan memnunum. Deprem riski dışında burada ev sahibi olmamak için bir neden yok bence. Şahsen ben istiyorum. Olumlu yanlarını az-çok biliyor, tahmin / hayal ediyorsundur, ben çok basit günlük yaşam pratiğiyle ilgili birkaç şey söyleyebilirim:

- Daimi ulaşım sıkıntısı: Vapur-motor saatlerine tâbisin. Ekim-Haziran arası kış tarifesi pek kullanışsız, son vapur Kabataş'tan 23:00'te, Büyükada'dan 20:00'de.

Ayrıca vapurun sabit süresi tezcanlıları rahatsız edebilir. Kınalı-Burgaz neyse de Büyükada için yarım saat - 45 dk. daha eklemek gerek. Ama Büyükada ve Heybeliada'nın Kabataş'a motor seferi var ve Bostancı motorları daha sık.

- Pahalılık: Neredeyse HER ŞEYİN İstanbul'dan pahalı olduğu bir semt burası. Ama İstanbul'dan alışveriş yapmak da yorucu. Kabataş'a gelirken benim güzergahımda sadece Dia var. Maalesef private label dolu evim:)) Bostancı da pek farklı değil, bilesin. Adalar arası ulaşım da ciddi sınırlı olduğundan alışverişe başka adaya gitmek hiç pratik değil.

- Sağlık hizmetleri: Acil durumlarla ilgili olumsuz hikayeler var, dr. vs. sorunlu.

- Sosyal sıkıntılar: Gece hayatın bitecek, film festivali zamanı İstanbul'da kalman gerekecek, arkadaşların ziyaretine gelmeyecek, hava ısınsın da öyle gelelim diyecek ama yaz mevsiminde hafta sonları haberli/habersiz bi' dolu insanı ağırlaman gerekecek vs.

Kendi kendine yetiyorsan, sorun yok. Adalı bir aile bana birkaç sene sonra kaçarak İstanbul'a dönenler olduğunu söylemişti, uyaran eksikliği zamanla sorun olabilir.

- Privacy: Burası çok küçük bir yer. Mesafeli olmak gerektiğinde her zaman kolay olmuyor. Vapur servis gibi. Herkes herkesin nerede oturduğunu neredeyse biliyor. "Kaçak et kesmek" biraz güç:)) Privacy senin için çok çok önemliyse bir daha düşün derim.

- Taşınmak / yeni eşya almak: Tek kelimeyle kabus! Bu nedenle kiralık evler genelde eşyalı. Kitaplarımı kargo yapayım demiştim, adalara kargo paketi 5 veya 10 kg ile sınırlı, şimdi hatırlayamadım. Bu nedenle valiz valiz taşımak zorunda kaldım, işkenceydi.

- Lokasyon: Yaz-kış oturanların iskeleye yakın olması iyi olur. Adalılar torbalı, zembilli olur derler. Her gün sabah akşam uzun mesafe yürümek / yokuş çıkmak yorucu olacaktır. Hele 23:00 vapurundan inince...

- Isınma: Doğalgazlı bir ev düşünmelisin. Buradaki evler genelde yaz için yapılmış olduğundan büyük pencereli, yalıtım ve ciddi rutubet sorunları olabiliyor. Heybeliada'da aylık 750 tl doğalgaz masrafı olan birisiyle sohbet etmiştim.

- ATM olmaması: İstanbul'da para çekmeyi unutur ya da vapura yetişmek için çekemezsen burada sadece Denizbank ATM'si var. Ve alçaklar ortak ATM olarak her çekimden 5 tl ücret alıyorlar.

- Tamirat, tadilat meselesi: Ustaların sayısı az, servis ücretleri yüksek, mesai saatleri enteresandır. Genelde hafta sonları çalışmazlar. Geleceklerini söyleyip gelmezler. DIY konusunda kendini aşmaya hazır ol:)

Şimdilik aklıma gelenler bunlar. Başta da söylediğim gibi hayatımdan memnunum. Senin gibi bir komşum olsun isterim:)

Sevgiler,

Nokta

Pazar, Şubat 26, 2012

Kitaplar ve oteller

Kütüphane kitaplarıyla otel odaları bazı bakımlardan birbirine ne kadar benziyor... Aitlik yok. Başkasının izleri var. Süre sınırlı. İş biter, notlar/valizler toplanır, kitap/anahtar iade edilir.

Murathan Mungan, Otel Odaları

Çarşamba, Şubat 22, 2012

Amerika'yı yeniden keşfetmek


Yazmak, insanın kalbini açması gibiymiş. Yazılanlar yaşanmamış olsa bile yazıldığı için gerçek hale geliyor. Acayip.

Cumartesi, Şubat 18, 2012

Hayatla ölüm arasında


Hayat bize planlar yaptırır, hayaller kurdururken ölüm dur bakalım der aniden. Bugün için başka planlarım varken, sabah sevgili arkadaşımın babasını kaybettiği haberiyle uyandım. Kendi iş-güç-ders üçgenim yüzünden 15 gündür yine hastanede olduklarını bilmiyordum. Arkadaşım çok iyi bakmıştı babasına, hayırlı evlat. Eşi ve kızı da öyle...

Camiden sonra mezarlığa yürüdük. Küçük yerlerin güzel taraflarından biri de bu, her yer birbirine yakın. Erkekler uçar adım gittiler. Tezcanlı Tevfik Amca'ya da bu yakışırdı. Mezarlığa girince gruptan kopanlar oldu, başka başka mezarların, sevdiklerinin başına dağıldılar ellerini duaya kaldırarak.

Dönüşte gittikçe alçalan kış güneşi altında uzayan gölgelerimizle, hepimizin başı daha bir eğikti. Bir sonraki ölüm haberine kadar sonsuz bir hayatımız varmışçasına saçma sapan işlerimizle meşgul olmak üzere evlerimize dağıldık.

Pazar, Ocak 29, 2012

Su yeşili battaniye



Karlı havalarda denizin rengi yeşile döner demişti bir tanıdığı. Su yeşili bu renk olmalı, içinde deniz...

Denizin üstünde bir evde, karlı bir gecede, su yeşili bir battaniye... Soğuktan mı titriyor içi, heyecandan mı bilmiyor. Etraf o kadar sessiz ki (çünkü film henüz başlıyor, ekranda FBI uyarısı akıyor) kalp atışlarını duyacak diye tedirgin. İlk zamanlar sanki insan kendi gibi olamıyor, kendi gibi olmaya çalışan biri oluyor en fazla.

Neyse ki film başlıyor. Su yeşili battaniye ikisini de sarıyor.

Çarşamba, Ocak 25, 2012

Adaçayı


Çok ateşi vardı. Ona adaçayı yapmıştı. Arka odada oturuyorlardı. Elektrikli sobayla ısındıkları, kapıların kapalı tutulması gerektiği, hiçbir yere bakmayan camı kocaman mutfaktaki sohbetlerin azaldığı, banyodaki aynanın en çok buhar yaptığı mevsimdeydiler. Çiçekler salonda kalmıştı. Ona adaçayı yapmıştı.

Yanıyordu. Ve o akşam birlikte film izleyeceklerdi. Kill Bill. Film gerçekten o kadar kanlı mıydı yoksa gördükleri sanrı mıydı, hiç öğrenemedi.

Ona adaçayı yapmıştı. Yanıyordu. Ve filmdekilerin yanı sıra ölen başka şeyler de vardı odada, ikisinin arasında...

Pazartesi, Ocak 16, 2012

Haiku


Evin önünde

güzel bir ağaç hazır

kalem, kağıt da!

Çarşamba, Ocak 11, 2012

11 Ocak


7:20'yi kıl payı kaçırdım. Bu bana ders olsun. Artık hızlı hazırlanıyorum diye ilk üç alarmda uyanmazsan böyle olur tabii. Eski bir arkadaşım "öğrenmenin yaylaları var" derdi. Bir konuyu öğrenirsin, örneğin araba kullanmayı, "ben bunu biliyorum, gözü kapalı yapıyorum" dediğin anda, ustalığın verdiği rahatlıktan kaynaklanan hatalar/kazalar meydana gelmeye başlar. Çünkü eskisi kadar dikkat etmemeye başlarsın. İşte benim başıma gelen de bu. 7:35 Bostancı motoruna binmek için diğer iskeleye yöneldim. Turnikedeki görevli 35 dk. sürdüğünü söyledi. Yalan. Bu arada motor, okul servisi gibiydi. İlk-orta okul, lise öğrencileri vardı. Teknenin solunda, masalı oturma grubundaki 3 kız, arkalarda bir yerlerde, değişik tonlamalarda horlayan amcaya bakıp bakıp kıkırdıyorlardı. Karşımda oturanlar ise kuzenmiş. Biri 5, diğeri 12. sınıf öğrencisi. Ufaklık etrafına bakıyor, büyüğü ders çalışıyordu. Defter kareliydi ama matematik defteri değildi. O kadar dikkat ettim, yine de tersten okuyamadım. Büyük olanına sordum ne zaman varırız diye, 8:10 dedi. O da doğru çıkmadı. 8:15'teki Kabataş denizotobüsüne yetişemedim. Neyse ki sabah saatlerinde denizotobüsleri pek sıkmış, 8:25'e atladım. Ekim'den bu yana binmiyordum denizotobüsüne. Artık Kanal24 açık değil TV'de, yaşasın. Gerçi CNNTurk de pek iç açıcı değil ama idare eder. Bazı yaz akşamları bindiğim seferlere denk gelen saatte dayanılmaz bir program oluyordu. Ekrandan uzak oturmayı başarıyordum ama tavan kaplamasına birer-ikişer metre arayla yerleştirilmiş hoparlörlerden kaçamıyordum. Okuduğuma yoğunlaşamadığım, içimden küfredip durduğum o günlerde, denizotobüsünde kulaklıkla müzik dinleyenlerin diğer toplu ulaşım araçlarından neden daha fazla olduğunu çözmüştüm.

Ah şimdi bir yaz günü 18:15 denizotobüsünde olsaydım, eve varıp, üzerimi değiştirip, denize koşsaydım. Bu yaz daha sık 18:15 seferini yakalamayı planlıyorum, evren duy sesimi!


Pazar, Ocak 08, 2012

Sabır


Sabırsız biriyim ben. Genellikle her şey çabucak olsun isterim. Reklam yazarlığı yaparken yıllarca üzerimde saatin değil adeta kronometrenin baskısını hissettim, belki ondandır. Ayrıca İstanbul'da trafiğin sürekli sıkışık olması, sürekli bir yerlere yetişme kaygısı da sabırsızlığımı büyüttü. Şimdi iyiyim aslında. Sabah-akşam vapurda görece uzun ama sabit bir ulaşım sürem var. İlk zamanlar içim daralır mı diye korkmuştum, neyse ki öyle olmadı. Okuyacak, yazacak, e-postaları kontrol edecek, denize bakıp hayallere dalacak vaktim oluyor.

Hazzı erteleme üzerine bir şeyler okumuştum bir yerlerde. Bu bir disiplin işi. Önce zor şeyi yapıp sonrasında kolayın/ödülün/rahatlığın hazzını yaşamak. Gelin görün ki insan doğası işin kolayına kaçmaya meyilli. Önce eğleneyim, zor kısmı sonra yaparım diyor. Oysa denilene göre, bu, görünenden daha büyük bir sorun. Ve hazzı ertelemeyi öğrenmek şart. Bu da kolay değil. Teselli olarak söylenen şey ise "unutmayalım, bir gecede kas geliştirilmez". Önümde uzun bir yol var, öyle anlaşılıyor.

Nereden geldim buraya... Pastanın kremasını sona saklamayı öğreniyorum. Yazmam gereken yazıdan sonra twitter'a bakmayı, önce Sait Faik'i değil sıkıcı İletişim Kuramı kitabını okumayı, ne kadar istesem de kendimi tutup birilerine telefon etmemeyi başarıyorum. Büyümek böyle bir şey sanırım. Aranıza hoş geldim!

Perşembe, Ocak 05, 2012

Sislerin içinden


Dün akşam müthiş güzel bir sisle geldik. Havanın erken karardığı günlerden biriydi. Kınalı'dan sonra aniden sise daldık. Denizin üstüne konmuş bir bulutun içine girdik sanki. Etrafımız "hiçbir şeyle" sarıldı. Yolcular arasında bir hareketlilik oldu. Dışarı çıkanlar çoğaldı. Kaç metre ötemizi görmediğimizi bilmiyorduk. Mesafe kavramını yitirmiştik. Güvertede güzel güzel demlenen, GPS gibi bir abi vardı. Bir kaptan, bir de o biliyordu nereye gittiğimizi. Kulaç kulaç yerimizi tarif ediyordu. Kıyıya ait tek bir titrek ışık bile görmeden düdük öttüre öttüre vardık iskeleye. Eve yürürken nazladım, sevdim yeniden sisi, ne güzelsin diye...